“Bu muydu?” dedim. Evet, bu muydu? Zergun söyle, izdivaç bu muydu?.. Zavallı genç kızlar, onu bir şey zannederler. Mahiyetini bilmedikleri bir şarabın neşve-i mukaddemiyle mest olurlar, sonra dudaklarına o kâse-i sihir dokunduğu vakit hiss-i hakayıkı kaybederler, kalpleri çarpar, gözleri döner, mest, medhuş olurlar. Vücutlarını ihata eden buseler, hislerini uyuşturan teraneler onları bir âlem-i meçhulün bulutlarına çıkarır; sonra o buseler ısırmaya, o teraneler kulakları yırtacak sert nağmeler icrasına başlayıp da hakayıka bir sütre-i laciverdî atan buhar-ı mestî çekildiği vakit anlarlar. Artık heyhat! O dakika genç kadının mebna-yı hayalinin dakika-i inkıra-zıdır. Heykel-i âmâlinin enkazı karşısında o genç kadın hayal-i ye’s gibi kalır. Evet, zavallı kadın, bu muydu? Bütün iktidar-ı kalbini, bütün kuvve-i fikrini itmamına; tezyinine sarf ettiğin heykel-i âmâl bu muydu? İkisi de ayrı yollardan yürümüş, ayrı kaderlere sürüklenmişlerdir; lâkin varıp dayandıkları nokta aynıdır: İçlerini kemiren bir mahzuniyet ve derin bir inkisar, ruhlarını sarmış ve onları boğucu bir hüzne itmiştir. Hayat, kimi zaman birine sunduğu nimetleri, diğerinin en büyük emeli kılar; kimi zaman da birinin ulaşamadığı hakikat, diğerinin yükü ve tahammül sınavı olur. Böylece insana, ihtimâllerin gölgesinde bir tecrübe sunar ve her bireyi kendi payına düşenle yüzleştirir.